2666 – Roberto Bolano

2666, 2003 yılında kaybettiğimiz Şilili yazar Roberto Bolano’nu bir nevi “hayatını adadığı “ son romanı. 5 ayrı bölümden oluşan bu roman aynı zamanda beş kitap halinde de yayınlanabilirmiş. Hatta yazar ölmeden çocukların bıraktığı vasiyette “Akıllı olun beş kitap daha iyi para kazandırır”vari bir şeyler söylüyor, ama nankör çocuklar buna aldırmayarak önümüze yabancıların “doorstopper” dediği türden bir kitle bırakıyor. Böyle olunca da yaz döneminde plajda uzanırken okuyabileceğiniz bir arkadaş değil kendileri. Zaten yatarak, uzanarak, oturarak vb. her türlü okuma eziyet biraz, o yüzden kitabın bir pdf/epub kopyasını da – benim yaptığım gibi- yanınızda bulundurmanız iyi olabilir.

Kitapla ilgili zorlayıcı diğer şeylere de sıra gelecek ama önce okumayı kolaylaştıran bir şeyden bahsedeceğim. Genel olarak olumlu bir okuma deneyimim oldu. Çevirmen Zeynep Heyzen Ateş gerçekten başarılı bir çalışmaya imza atmış. Özellikle İspanyolcada iyi çeviri bulmak zor oluyor genelde.

Temiz bir dil kullansa da yazar için aynı şekilde kolaylık sağladı diyemeyeceğim. Akıcı bir metin okurken rahatsız eden bir şeyler çıkıyor illaki. Bunları ilerde bölümler/kitaplarda dah< net açıklayabilirim belki.

Öncelikle kitabın isminin nerden geldiğini söylememiş yazar, bir ipucu da yok metinde. Ama çeşitli tahminler var. Çoğunluğu 20.yüzyılın sonunda geçen romanın  2000 yılı ile Şeytanın sayısı olan 666’yı birleştirdiği ve dünyanın sonunu çağrıştıran bir yıl uydurduğu, Daha önceki eserlerinde bu sayıyı kötülükle bağlantılı olarak kullandığı ve onlara gönderme yaptığı, kitabın ana temalarından biri olan kötülüğün tarihsel sürekliliğinin sayıyla ifade edldiği vb. görüşler de var.

Evet, kitap beş ayrı/bağımsız bölümden oluşuyor. Farklı stilde yazılan bölümlerin birbirleriyle bağlantısı 2666’yı Lawrence Durrrell’in İskenderiye Dörtlüsüyle karşılaştırılmasına neden oluyor. Bölümler arasında ilişkiler var ama Durrel’in klasiğinden farklı olarak hikâyeler çok daha bağımsız ve farklı türlerde.

Nasıl derseniz ilk kitap/bölümden başlayalım isterseniz (Spoiler’lardan uzak duranlar sona doğru atlayabilir). Eleştirmenlerle ilgili bölümde hayalet bir yazarın etrafında Avrupa’yı turlayan – oldukça iyi yaratılmış- dört eleştirmeni tanıyoruz. Bölüm akademik ve ironik bir dille yazılmış, bir nevi edebi bir macera romanı havasında ilerleyen bu bölümün sonuna doğru karakterlerimiz ünlü yazar Bonno von Archimboldi takibinde Amerika ile Meksika arasındaki sınır kenti Santa Theresa’ya ulaşıyorlar. Dediğim gibi ufak bir polisiye havası olsa da, bu bölüm daha çok eleştirmenlerimizin yaşamları üzerine kurgulanmış çoğunlukta.

İkinci bölüm Amalfiano’yla ilgili.  Bu akademisyenin ilk bölümde ufak bir rolü var ama burada çoğunlukla farklı bir hikâye izliyoruz. Amalfitano’nun zihninden hikayesini, hayallerini, hayaletlerini ve Şili’den , İspanya ve sonunda Santa Theresa’ya ulaşan yolculuğunda yavaş  yavaş çöküşünü izliyoruz. İlk bölümdeki – nispeten- heyecanın aksine burada psikolojik bir anlatım var genelde.

Üçüncü bölüm “Fate’in hikayesi”. Amerikalı bir “Black Power” gazetecisi, annesinin ölümünün ardından birini yedeklemek üzere, bir boks maçı için Meksika’ya (evet Santa Theresa) gidiyor ve bir “Film Noir” havasında geçen bölüm boyunca Fate’in  tanıştığı garip insanlar, boks maçı, sonra da uzun süredir şehrin başına bela olan kadın cinayetler anlatılıyor. Bölümün sonunda yine ikinci bölümden karakterler mevcut. Hafif belgesel hafif polisiye gerilim tarzında devam eden bölüm, yine cevaplardan çok bolca soruyla sona eriyor.

Dördüncü  -belki en uzun, belki de bana öyle geldi- bölüm cinayetler üzerine. İlk bölümden itibaren yavaşça hissettirilen üçüncü bölümde de iyice belirginleşen -kitabın kesişim noktası- Santa There’sadaki cinayetler burada anlatılıyor. Ama nasıl anlatılma. Üç yüz küsur sayfa boyunca yüzlerce farklı isim, gazete haberleri ya da neredeyse adli rapor formunda sistematik bir şekilde (1993-1997) arası her ay olarak bir şekilde) okuru uyuşturan sıkıcı bir şekilde aktarılıyor. Kronolojik sırada şehirde gelişen başka olaylara (bir iki polisin özel yaşamı, üst tabakanın yozlaşmış bağlantıları, yakalanan, suçlanan bir iki günah keçisi vb.) da yer verilirken kimin kim olduğu ya da işte olayları çözmeye yardım edebilecek küçük detaylar filan asla akılda kalmıyor. Aslında o başta 2666 ile ilgili söylediğimiz kötülük, şiddet burada tüm açıklığıyla karşımıza çıkıyor. Çoğu kişinin okumayı bıraktığı -ya da atladığı- (gerçi bu kitabı okuyan öyle bir çoğunluk da yok:) bu bölüm gerek monotonluk, gerekse tekrar tekrar karşımıza gelen açık şiddet teması okuma deneyimini zorlaştırmak için bilinçli olarak seçilmiş gibi. Bölüm sonunda elimizde yine fazla bir şey kalmasa da “Neyse ki bir bölüm daha var” diyor ve çözümlere kitabın sonunda ulaşacağımızı varsayıyoruz.

Beşinci ve son bölüm’de isminden de anlaşılabileceği gibi Archimboldi’yle (İlk bölümde aranan ünlü yazar) tanışıyoruz. Bu bölüm biyografik bir roman şeklinde anlatılmış, ama daha çok bir savaş romanı, çünkü Archimboldi’nin (daha doğrusu Hans Reiter’in) olayı daha çok İkinci Dünya Savaşı özelinde gelişiyor. Edebi ve tarihsel referansların daha yoğun olduğu bu kısma epik bir stil hakim. Daha derli toplu  olması ve yazarın yeteneklerini daha göz önüne çıkarması nedeniyle en çok bu bölümü sevdim ben. Mizahi yerler de var ama daha çok melankolik bir bölüm Archimboldi hakkında olan.  Santa Theresa burada da – büyük olmasa da- bir rol oynuyor ve baştaki bazı sorulara cevap alabiliyoruz, ama boşluk -özellikte dördüncü bölümden kalan- daha fazla. Yine dördüncü bölümdeki şiddet de farklı bir ton ve yoğunlukta  – İkinci Dünya Savaşı-  bu bölümde de mevcut.

Yoğun bir kitap anlayacağınız 2666, Archimboldi üzerinden sanat ve edebiyatın ne olduğu konusuna girerken , kötülüğün sıradanlaşmasını ( ki bu konu için biz Türklerin bu kitabı okumasına gerek yok bence)  Santa Theresa’da direkt yüzümüze vuruyor. Yine Avrupa ile Güney Amerika arasındaki –entelektüel- farklılıklar ve siyahi karakterlerin Amerika ve dışındaki durumu da var kitapta. Ama kitabın asıl olayı temadan çok tarz, adeta postmodern bir puzzle yapmak istemiş Bolano. Ne kadar başarmış, tam olarak bilemiyorum belki erkenden ölmeseydi daha farklı şeyler de dahil edebilirdi kitabına , ama tamamlamak istemiş bir şekilde –kendi- sonuna yaklaşırken. Bu yüzden anlatıdaki boşlukların ve eksikliklerin “kasten” bırakıldığı, romanın ana stratejisinin bu olduğu yönünde birleşmiş genelde eleştirmenler.

Neyse , gelelim en kritik noktaya, okunur mu bu kütük? Ben nerden bileyim, sizin nasıl bir okur olduğunuza bağlı her şey. Ben pişman olmadım açıkçası. Böyle kitaplar bir macera oluyor genelde, bir şey öğrenmek için değil ama bir şey yaşamak için okunan kitaplardan. Hani yol değil de yolculuk önemjklafbhovnepqn…. Uzun lafın kısası siz bilirsiniz. İyi okumalar ama şimdiden:)

Yorum bırakın