Yeni bir seriye başlıyorum kendimce. Siz deyin “Felsefe Tarihi” ben diyeyim “Sadece Felsefe”. İçerik böyle yani, olabildiğince basit, olabildiğince tekdüzeye indirerek mahvetmeye çalışacağım felsefeyi. En azından ben açık açık yapacağım bunu çoğu bilenin aksine.
Ve sorular. Niye yapıyorum bunu? Yapacak daha mantıklı bir şey bulamadığım için. Yani hiçbir zaman toplumları felsefeye alıştırmak gibi bir hedefim olmadı. Nereye kadar sürecek bu? Her zamanki gibi ben sıkılana kadar. Çünkü güvenilmez bir karakterim ben. Peki, nesi farklı olacak bunun yayınlanmış binlerce felsefe tarihi kitabından? Bilmiyorum. Yani önemsemiyorum. En azından ücretsiz diyebilirim fahiş internet ücretlerini saymazsak. Monoton da olmayabilir belki zaman gösterecek. A, evet basit olacak dedim bir kere, anlayabileceğiniz kadar basit olmasına çalışıyorum çünkü başlığa bakıp girdiyseniz siz de eğer, benim kadar aptalsınız en azından bu konu için. Ben en azından hevesli bir aptal gibi görünmeye çalışarak bu yazıyı yazıyorum. Siz de oturduğunuz yerden girebilirsiniz felsefeye. Peki, niye okumalısınız bu seriyi o kadar hakaretten sonra? Zaten halen çıkmayanlardansanız hayattaki birkaç küçük kaçamağınızdan birisi olacağını söyleyebilirim buranın da tıpkı felsefe gibi. Zaten daha önce birkaç yazımı okumuş biriyseniz devrik cümlelerin, aptalca saptamaların ve saçmanın benim olayım olduğunun farkındasınızdır. İşin içine bir de felsefe gibi derin bir olgu girince ve söz verdiğim gibi olayı basitleştirmek için yapacağım maymunlukları düşününce, en azından zevkli bir şey çıkacağını söyleyebilirim. Ve en önemli sebep, kimse ben bile bunu okuduğunuzu bilmeyecek, yani aptallığınızı istediğiniz kadar gizleyebileceksiniz benim gibi- Ben feda ediyorum kendimi sizler için gerçi- Siz de yazıyı beğenip yorum yapmak gibi saçmalıklardan uzak durursanız daha iyi olur tabii bu anonimliği korumak adına.
Gönül isterdi ki görsel ve işitsel olarak daha doyurucu bir ara yüzle ulaşabilseydim size ey felsefe meraklıları. Youtube veya podcast olayı herhangi bir albenim olmadığı için tamamen kapsam dışıydı. Animasyonvari sunum en çok istediğimdi aslında. Ama Adobe’nin bütün ürünlerini kısa bir gözden geçirdikten sonra ne kadar üşengeç olduğumu hatırladım yine. Yani okumayı sevmeyenler ulaşamayacaklar bu diziye. Onlar da asla kendilerini aptal olarak nitelendirmeyecekleri için bir oksimoronun içinde olduğum ya da imkansız bir tamlamayı oluşturmaya çalıştığım söylenebilir şu anda. Neyse ki yazmanın en güzel halinin “kendim için yazmak” olduğu bilincindeyim; o zaman çok uzatmadan – ki çok uzattım aslında- geçeyim ilk konuya.
Tabii ki başlangıç her zamanki gibi “Felsefe Nedir?” Başka bir şey olacağını düşünmüyordunuz herhalde. Sonuçta liseden – Türkiye’den okuyan insanlar için konuşuyorum, ileride çok tanınıp Fransa’dan okuyuculara ulaşırsam saçma bir şekilde güncellerim burayı- itibaren hayatımıza giren Felsefe dersinin kitabı bile böyle başlıyordu yanlış hatırlamıyorsan. Ben de bu öğreten adam serisinde her zamanki tanım direğimiz TDK’ya başvuracağım haliyle. Beş tane tanım var yazıyı biraz dolu gösterebilecek : Varlığın ve bilginin bilimsel olarak araştırılması, Bir bilimin veya bilgi alanının temelini oluşturan ilkeler bütünü, Bir filozofun, bir felsefe okulunun, bir çağın öğretisi, Dünya Görüşü ve Bir konuda soyut düşünüş. Tabii ki çok genel ya da çok özel şeyler bunlar ve benim söyleyeceğim şeylerle alakası yok.
“Gelin sizi bir yere götüreyim, M.Ö. 300 yıllarında Antik Yunanistan’a”diye başlamaya da niyetim yok her sempatik Felsefe (Tarihi) Kitabı gibi. Ben sizin yatak odanıza gireceğim sadece. Gece tek başınıza yataktasınız (Atın yanınızdakini aşağıya, hah oldu şimdi) Gözleriniz kapalı, televizyon vb. dikkat dağıtıcı bir şey yok odada 21. yüzyıl uyku kalitesini arttırma yönetmeliğine göre. Kafanızdaki sorular bir bariyeri aşmış. “Bu ay krediyi nasıl ödeyeceğim “ ya da “O da beni seviyor mu acaba”nın çok ötesindesiniz şu an, neden nasıl gibi sorulara geçiş yapmışsınız. Tam o anda durun ve Neandertaller’i yok ettikten hemen sonra sevimli Homo Sapiensimizin korunaklı mağarasına geçelim şimdi de. Uyumaya çalışıyor o da. Sizin gibi işlerini tamamlamış, günlük sorularını – “ O sırtlanı bitirmeyecektim , karnım kötü şimdi” ya da “O da beni seviyor mu acaba?”- geçmiş, acaba neden varım aşamasında. İşte bu aşamaya – yatakta kendimizi rahatlattıktan sonra uyumaya kadar geçen aşama- felsefe diyoruz biz. Hayır cevaplar değill, sorulara cevap aramanın kendisi felsefenin aslı.
Gerçekten de, o mağarasındaki rahat döşeğinde yatarken hayatın anlamını düşünen arkadaşla çok az farklılığımız var bazı açılardan. Belki saç şekli, ama acaba büyük bir şeyin parçası mıyım olayı hep aynı. Kahvehanede, altın gününde, gece kulübünde ya da ganyan bayiinde, okey atılıp, müzik susup, altılı yatıp ortam sessizleşince, o niye sorusu çoğu insanın kafasında bir köşede atmaya devam ediyor sessizce. Diğer bir çok şeyin yanında önemsemeyiz belki, ama gece olup her şey kaybolunca felsefe yapmaya başlarız kendimizce.
Lise dedim ama felsefenin temeli doğarken başlar daha. Kıçımıza vurulan şaplakla oluşan neredeyim ben sorgulaması ve etrafımızdaki tipleri görüp ağlamaya başlamamız da en güzel örneklerinden biridir felsefenin. Ve anne babamızı köşeye sıkıştıran, bazen bilmiyorum diye sallamalarına bazense bir tokat marifetiyle bizi bastıracağını sanmalarına neden olan, çocukluğumuzdaki o binlerce soru. Merak felsefenin besinidir, o enerjiyi verendir. İnsan merak eden hayvandır, ürettiğimiz birkaç o kötü niyetli atasözüne rağmen.
Sonra büyürüz ve dünya kirlenir, daha önce defalarca dediğim gibi. O kadar çok şey vardır ki bizi meşgul eden. Sadece bazı özel anlarımızda – elektriklerin kesilmesi mesela– hayal meyal dahil oluruz benliğimiz saran bu sorular silsilesine. Ve sonra rahatlarız, hayatımızın sonlarına doğru. İstemediğimiz kadar boş vaktimiz olur. Ve düşünür insan daha önce düşünmediği kadar, ama o zaman daha çok ölümle ilgili sorular ağır basar. Bu yüzden bir süre sonra kaçar kendisinden yine, saçma başka şeylere bağlanır – mesela inanç gibi-
Evet bir çok sorumuz vardır 3 yaşındayken daha. Ve gerek anne babamız, gerek çevremizdeki insanlar, gerekse okulda öğretmenlerimiz ve diğer muktedirler törpülemeye çalışırlar bu soru sorma iştahımızı. Yine ilk çağlardan beri yönetenler bir çok enstrüman vermişlerdir onlara bunun için. En temel olarak dinler, örfler, toplumsal sözleşmeler, etik belki de bilim gibi olgularla sorularımıza zaten cevap verildiğini daha fazla soru sormamız gerektiğini söyler dururlar hep.
Bu cevaplar bazılarımı uysallıkla bazılarımızı ise zorla sustursa da, tatmin olmayan küçük bir grup vardır hep. Kısaca işsiz güçsüz olarak tanımlayabileceğimiz bu grup baştan beri soru sorarak etrafta dolaşmış ve insanlara cevapların değil soruların gerekli olduğunu anlatmaya çalışmıştır. Ben de filozof –feylesof diyorlar eskiler – denilen bu arkadaşların öykülerini ve olaylarını açıklamaya çalışacağım bundan sonra basitçe.
Buraya kadar kimse kalmamıştır herhalde. Neyse, en azından ileride amnezi, alzaymır vb. hastalıklara bulaşırsam buraları okuyup yeniden başlayabilirim hayata. Sonra yeniden unuturum, yeniden başlarım , yen… Çark zaten, her şey dönüyor her şey gibi teslisin aksine dört esas olan. Ama daha değil, daha açıklanacak çok şey var ileriki bölümlerde. Kolay gelsin felsefe aşkıyla yanıp tutuşan herkese.:)