Gecenin Sonuna Yolculuk – Celine

Yeraltı edebiyatı diye adlandırılan bir tür varsa eğer (ki yokmuş, aslen Transgresyonel Kurgu olan tür ülkemizde Ayrıntı Yayınevinin çıkardığı seriyle özdeşleşmiş selpakvari) “Gecenin Sonuna Yolculuk” anladığım kadarıyla bunun ilk örneklerinden biri.  1932’de Fransız okurunun karşısına çıktığında arada bazı bet sesler çıksa da, büyük bir kesim tarafından çığır açıcı olarak görülmüş ve aynı yıl ülkesinde Renaudot Ödülünü almış. Kitaptaki en göze çarpan unsur edebi dil yerine sokaktaki insanın (sokakta dediysek şu meşhur arka sokaklar) dilini kullanması, ne ararsanız var; her türden argo (asker, denizci, yeraltı vb.), küfür gırla. Kolaylıkla kabullenilmiş anladığım kadarıyla bu tarz. Tabii bunda zamanın ve mekanın etkisi büyük, sanatın altın çağı, büyük değişimlere kucak açan 20-30’lar Fransa’sından bahsediyoruz.

Evet 90 yıl olmuş kitap çıkalı. Okuyanlar içinde kitabı beğenmeyen birisini hala  görmedim. Çoğunluk özdeşleştiriyor kendisini Celine’le.  Hatta Hakan Günday’ı oluşturan kitabın bu olduğunu da yazarın yazılarından anlayabiliyoruz. Ama bunu sebebi sadece kullandığı sokak dili değil yazarın elbette. Bugün okuduğumuz, izlediğimiz hatta oynadığımız birçok şeyde görüyoruz bu dili. Başka ne var peki bu yolculukta insanı bu kadar içine çeken?

Öncelikle bu bir yolculuk romanı, gecenin yani hayatın içinde bir yolculuk, bir macera bir nevi. Maceraları hepimiz severiz değil mi? Kahramanla birlikte biz de atılırız o hikayenin içine. Burada da kahramanımız (anti kahraman olacak doğrusu, hem daha şık) Ferdinand Bardamu’nun ağzından anlatıyor hikayesini Louis-Ferdinand Céline. Benzerlik sadece isimde değil, bu kitap için yarı otobiyografik diyor otoriteler.  

Spoiler’ın gözüne vurmak gerekirse, savaşla başlıyor kitap. İki savaş görmüş yazarımız burada ilkini anlatıyor ve okur olarak biz de bunun bir savaş romanı olduğunu düşünmek gafletine düşüyoruz. Genç anarşist ve antimilitarist tıp öğrencisi Bardamu kazara kendini savaşın göbeğinde buluyor hemen süvari olarak, şaka gibi değil mi?  Zaten bu ironik ve kinik hava gece boyunca etrafımızı sarıyor hep.

Savaşla ilgili bölümlerde kaçınılmaz olarak “Batı Cephesinde Yeni Bir Şey Yok”u hatırladım. Farklı saflar, aynı cephe savaşı, ölen/parçalanan insanlar, anlamsız kargaşa, geri planda aynı şovenist nutuklar. Burada ama daha canlı ve komik her şey.  Dediğim gibi Celine vermek istediği her şeyin üzerine biraz ironi serpiyor.

Şimdi komik dedim diye yanlış anlaşılmasın, olabildiğince karamsar bir kitap bu, ana tema nefret. O insan sevgisi, doğa sevgisi, tanrı sevgisi vb. ağırlıklı edebiyat camiasında her şeyden nefret eden bir karakter Bardamu.  Yani Twitter’ın bize kazandırdığı “insan sevmeme durumu” bu kitapta fazlasıyla mevcut. Hayattaki tek gerçek acı çekme, yaşlılık ve ölüm. Hayat zenginler için boş, fakirler için bir eziyet; mutluluk ise bir hayalden ibaret.  Bütün bunlara rağmen, olanca umutsuzluğuna rağmen öyle kolayca pes etmiyor Bardamu, hayatta kalabilmek için çaba gösteriyor bir şekilde, bunun için de inanmasa da en önemli özelliğini kullanıyor çoğunlukla insanın, uyum sağlama. Bir şekilde her şeye uyum sağlıyor Bardamu, biz karakterin beyninde yaşadığımız için çelişkilerini en ince ayrıntısına kadar fark edebiliyoruz, ama çoğunlukla o uysal moda giriyor kahramanımız. Olmadığında da kaçıp gidiyor işte.

Neyse, savaştan bir şekilde paçasını kurtaran Bardamu, cephenin dumanının ulaşmadığı Paris’te, kahramanlık türküleri ve çığırtkanlar arasında önüne gelen nimetlerden de faydalanmasını biliyor. Ama hiçbir zaman bir kazanan olamayan bu savaş gazisi her şeyi eline yüzüne bulaştırıyor ve idam/cephe/akıl hastanesi seçenekleri arasında kalıyor bir şekilde. Neyse ki olaylar gelişiyor ve başka bir seyahate çıkıyoruz biz de.

Sıradaki durak Afrika, burada Bardamu’nun gözünden dönemin sömürge bürokrasisini görüyoruz, başka bir kokuşmuşluk, başka bir bataklık. Tabii kahramanımız yine piramidin alt katlarında, yerli halkın bir basamak üstünde, kısa süren bu macerada da farklı insanlarla tanışıp (ki kitaptaki nadir güzel insanlardan olan  Alsace’ı burada tanıyoruz) hayatını idame etmeye çalışıyor ama sonunda bir kürek mahkumu olarak Amerika’ya doğru yola çıkıyor. Özgürlükler ülkesi Amerika hikayesi de kısa sürüyor. Başlarda bit saymakla geçen macerası, sonra kısa bir Ford mucizesi (ki burada da güzel bir kapitalizm/makineleşme eleştirisi mevcut) ve gerçek sevgiden kaçışla son buluyor.

Bundan sonra (derslerini tamamlayıp Celine gibi bir doktor olmasına rağmen) Bardamu’un şansı yine dönmüyor. Sefaletin bir basamak üstünde yaşamaya devam ediyor Paris’in en paspal semtlerinin birinde. Sevmediği insanları ücretsiz tedavi ediyor (İyilikseverliğinden değil, beceremediğinden para almayı). Yine farklı karakterler giriyor hayatına, ölümler, acılar, hayat geçiyor bir şekilde ve bir yerinde bitiyor öykü.  Kitabın en uzun kısmı Paris’te geçiyor.

Karakterler dedim bolca, gerçekten de kitapta geçen bütün karakterler olabildiğince canlı. Zaten Celine için söyleyebileceğim şeylerin başında iyi bir hikâye anlatıcısı olduğu gelir herhalde, olaylar karakterler romanın içinde hissettiriyor sizi. Bütün karakterler halen aklımda, ama bir tanesi özel bir yere sahip bunların içinde, Robinson Leon. Bardamu için nasıl (bir nevi) Celine’in alter egosu diyebiliyorsak, Robinson için de Bardamu’nun alter egosu diyebiliriz herhalde. Kitap boyunca takip ediyor adamı Bardamu. Olabildiğince çaresiz, olabildiğince boşvermiş haliyle sanki Bardamu’nun olmak istediği kişi Robinson, zaten belki de kitapta Bardamu’yu öldürmeye cesaret edemediğinden Robinson’u bitiriyor Celine. Bilemiyorum Altan.

Evet, her şey güzel, hikaye, dil, karakterler, anlatım. Çok akıcı başlıyor her şey, mükemmel tespitler, binlerce alıntılık cümle. Ama bir şey oluyor, tıkanıyor. Yani benim için geçerli bu, dediğim gibi konuda, kurguda hiçbir sorun yok, zevkli hatta bolca. Bir paragrafa başlıyorum, mesela bu;

Boşuna heveslenmemekte yarar var, insanların aslında birbirlerine söyleyecekleri hiçbir şey yoktur, karşılıklı olarak yalnızca kendi acılarını anlatırlar, bu böyledir. Herkesin derdi kendine, dünyanınki de hepimize. İnsanlar o acılarından kurtulmaya çalışırlar çalışmasına, sevişme sırasında, onu ötekinin sırtına yıkarak, ama beceremezler tabii ve ne yaparlarsa yapsınlar, sonunda tüm acılarıyla baş başa kalırlar ve bir daha denerler, bir kez daha acılarını kakalamaya çalışırlar. “Çok güzelsiniz, Küçükhanım,” derler. Ne ki yaşam onları yeniden yakalayıverir, aynı küçük numarayı bir kez daha deneyinceye kadar. “Ne de güzelsiniz, Küçükhanım!..”

Bu arada acılarından kurtulmayı başardıklarını söyleyerek böbürlenirler de, gelgelelim herkes gayet iyi bilir, değil mi, bunun hiç de doğru olmadığını, o acıyı bal gibi bütünüyle kendi içimizde sakladığımızı. Bu numaraları yapa yapa yaşlandıkça giderek daha da çirkin, itici bir hal aldığımız için artık acımızı, iflas ettiğimizi gizlemekten bile âciz kalırız, en sonunda insanın ta derinlerinden suratına kadar ulaşmayı başarabilmesi şöyle bir yirmi otuz yıl, hatta daha fazla zaman alan o sevimsiz ve çirkin ifade, gitgide yüzümüzde sıvaşmadık yer bırakmaz. İnsan dediğin, işte bu işe yarar, sadece bu işe, ekşi bir surat ifadesi üretmek, biçimlendirmesi tüm ömrünü alan, hatta gerçek ruhunun bütününü eksiksiz yansıtabilmek için oluşturması gereken asıl surat ifadesi o kadar ağır ve karmaşıktır ki, bunu tamamlamaya insanın ömrü bile her zaman yetmeyebilir.

Bir şeyler uyandırıyor bende. Bir kıvılcım, takip ediyorum ben de (Kitapta binlerce var bu kıvılcımlardan). Devam ediyor, uzuyor, ben hala takipteyim, sonra alev alıp yakıp yıkacağı yerde sönümleniyor yavaş yavaş. Benim heyecanım da yarıda kalıyor tabii, ee ne oldu? Nerde o peşinden sürükleyen cümle. Bir aşağı bir yukarı gidiyor metin, öyle olunca da konu/dil ne kadar ilgi çekici olsa da bir yerden sonra küsüyor insan.  Gerçi yazarın böyle bir derdi de yok aslında, bir şey anlatırken başka bir yere dalıyor, üç dört sayfa onu anlatıyor. Benim kadar dağınık en az o da.

Yine de, yukarıda bahsettiğim yüksek tempolu yerlerin etkisiyle bitiyor kitap. En hızlı bölümleri ilk kısımlar, Fransa’ya gelince –ilerleyen yaşın da etkisiyle belki 🙂 – yavaşlıyor biraz akış. Hikaye kronolojik olsa da arada bazen atlamalar oluyor. Aklına geldiği gibi anlatıyor Bardamu.

Yarı otobiyografi demiştim, Celine’den de bahsedeyim. Doktor kendisi de bahsettiğim gibi, kitabın yayınlanmasına kadar geçen süre yukarıda anlattığıma benzer, tabii o kadar sefil değil bildiğimiz kadarıyla, Amerika’ya da çalışmaya gitmemiş kendisi, sadece kısa bir ziyaret, gerisi yakın.Ama okuyucunun asıl ilgilendiği nokta sonrası. Dönemin anti-seminist havası kendisini de etkilemiş. Almanya’da iktidara gelen görüşün de etkisiyle 3 kitap yazmış (Broşür?). Fransa’nın işgaliyle de dönemin Vichy hükümetini desteklemiş ve anti-semitik açıklamalarda bulunmuş. Kısaca her kendisi azılı bir Yahudi karşıtı. Savaş sonrasında Danimarka’ya sürülmüş ama 1951’de eski bir savaş gazisi olması nedeniyle affedilerek geri dönmüş. İnsan düşünmeden edemiyor tabii, sonuçta kitapta bu yaşamı destekleyen bir görüş yok.  Ama ne olursa olsun eseri sanatçıdan ayırmak gerektiğini düşünenlerdenim ben.

Bitirmeden bir parantez de Yiğit Bener’e açalım. Bardamu gibi tıp eğitimini yarıda bırakan Bener iki buçuk yıllık bu çeviri serüveni esnasında yazarı o kadar içselleştirmiş ki kitabın sonuna yine Bardamu’nun dilinden “Çevirinin Sonuna Yolculuk” diye bir bölüm eklemiş. Buradan  çevirmenin kitapla olan bağını, neyi niçin yaptığını ve olası eleştirilere verdiği cevapları görebiliyoruz. Çevirmesi kolay bir kitap değil Yolculuk. Gerçekten büyük bir şey başarmış Bener, ödül de almış zaten (Çeviri ödülleri biraz göreceli oluyor gerçi tüm diğer ödüller gibi:) Fransızca bilmediğim için çeviri için fazla konuşamayacağım ama Türkçesi bana batmadı.

Zaten kitapla ilgili İnternette epey inceleme var, birçoğu da değerli. Başta söylediğim gibi okuyanların büyük kısmında bir iz bırakıyor yolculuk.  Eminim benim bu dağınık yazımdan daha mantıklı şeyler bulursunuz kitabın neden okunması gerektiğine dair. Yine de yaklaşık yüz yıl önce yaşanmış bir hikâyeyi olanca samimiliğiyle yaşayıp, üstüne instagram profilinizi vurucu alıntılarla doldurmak istiyorsanız direkt kitaba geçebilirsiniz. Teşekkürler. 

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Twitter resmi

Twitter hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s