Bazı anlar oluyor, sonsuza kadar orada kalmak istiyorsun. Mesela Netflix’in o N’sinin döndüğü hatta o dönüşüm normalden biraz fazla uzadığı an. İmkansız bir huzur hali içine giriyorsun, hiç bitmesin istiyorsun o an. Bitince başlayacak o sonsuz döngüden, seçmeye ilişkin korkunç olasılıklardan kurtulmak istiyorsun bir şekilde.
Ya da uykuya yenik düştüğün ama o korkunç hipnoz tam da bu yenginin keyfini çıkaracakken, gözlerini aralayıp sana özlemle bakan onu gördüğün an. Eninde sonunda kaybedeceğinin farkında olsan da o anın samimiyeti bağımlılık yapıyor bir şekilde.
Ya da konuşma esnasında ikinizin de aynı anda gülümsediği o muhteşem an. Durdurmak istiyorsun dünyayı, zamanı, öldürmek istiyorsun diğer herkesi. Çünkü biliyorsun. Bir daha akarsa eğer tekrar saniyeler, dökülmeye başlarsa kumlar, hiçbir şey daha iyiye gitmez, gidemez, en temel kuralı bu yaşamın. Her şey kötüye gider her zaman.
İşte sadece o anları yaşayan bir canlı türü olsaydım eğer, ama yalnız değil beraber, atlardık bir çiçekten diğerine sırf özendirmek için saniyeleri çalışmaya yavaşça. Kumların direncine yoldaş olurduk, hatta sözcüsü olurduk aşağıya düşmek istemeyenlerin.
Sırf o anların uğruna tanırdım ve bir olurdum gördüğüm her ağaçla ve büyürdüm yukarı doğru ve uzatırdım kollarımı, sana buluşmak için yıldızlarda. Herkesin ayrı yıldızı olması gerekse de normalde, oklarımı gömüp aquarius’un serin sularında yaşamaya razı olurdum o anlarda.
Ve, ateş, tüm o anları yok etmek için ağır ağır yaklaştığında dünyanın en büyük duvarını durdururmak için mızraklarını. İzin vermezdim bir daha bahçeni yakmasını o kağıttan güvercinleriyle. Silerdim her sözü, keserdim her sesi, parçalardım dünyanın tüm saatlerini o anlar bitmesin diye bir daha.
Ve sen sabah uyandığında herşeyden habersiz ama kurtarılmış anların tadı dudaklarında, gülümserdin farkına varmadan, gülümserdin ve düşünürdün, tadı ayçöreği gibi, diye.
